Blog sayfamız vatana millete hayırlı ola!

Eveet, biz de bir blog açmış bulunmaktayız. Bomboş bir sayfaya yazmak bomboş bi odada kendi kendine konuşmaya benziyor azıcık :) Umarım bu işi hemen öğrenir, çabuk kıvırırım.

An itibariyle seyahatimize 4 gün kaldı. Hatta 45 dakika sonra 3 gün kalmış olacak :) Çoook heyecanlı ve mutluyum. Bu benim ilk yurtdışı seyahatim olacak. Ayrıca ilk olarak ciddi manada "yollarda" olmayı deneyimleyeceğim ve kendimi keşfedeceğim. Herşey bir yana, uzun yol seyahatlerinde ve zor koşullarda nasıl bir insana dönüştüğümü merak ediyorum. Okullar kapanalı neredeyse 1 ay oldu ve bu süre boyunca tek kelime İtalyanca konuşmadığımı da fark ettim. Şimdi bekleyin beni İtalyanlaaar, Birge geliyoooor.

Şimdi "kısaca" rotamızdan bahsedeyim:

İlk olarak Cuma gecesi (16 Temmuz) Sabiha Gökçen Havaalanı'na doğru yollanıyoruz. Alttan alttan uçak korkusu beni sarmaya başladı bile. Ama böyle şeylere prim vermeyeceğimi umuyorum en azından :) Gece Roma'ya inip havaalanında uyumayı planlıyoruz. Çünkü o saatte bir hostela gidip "biz geldiiik" dersek herhalde bizi kurşuna dizerler. Sabaha karşı ilk trene atlayıp Roma Termini civarlarında bulacağız kendimizi. Daha sonra bir harita edinip hostel arayışlarına girip en sonunda kendimizi bir yere atacağız. Roma'dayken oraya 45 dakika uzaklıkta olan küçücük ve pek fazla bilinmeyen, benim de Everybody Loves Raymond adlı televizyon dizisinin bir bölümünde fark ettiğim Anguillara adında bir köye gideceğiz. Göle doğru yüzünü dönmüş, sevimli bir köy olduğunu düşünüyorum. Roma'da 4 gün kaldıktan sonra sıra Genova'ya geliyor. Orada görülecek pek çok yer var: Cinque Terre, Lerici, Portofino, Portovenere... Daha sonra Napoli! Napoli benim bu seyahatte en çok merak ettiğim yerlerden biri. Çünkü Güney İtalya'yı en iyi temsil eden yer olduğunu duydum, fotoğrafları da cabası. Napoli'ye gitmişken Sorrento'yu, Positano'yu, Amalfi kıyılarını, Capri adasını, Salerno'yu ve Pompei'yi görmeden olmaz. Orada da bir 4 gün. Sonraki durak Perugia: Seneye Şubat ayından itibaren 6 ay boyunca Erasmus öğrencisi olacağım minik dağ şehri. Orada bir gece kalıp etrafı, kira fiyatlarını vs. öğreneceğiz. Aynı zamanda da Assisi'ye uğrayacağız. Sırada Floransa var. Floransa'nın etrafında o kadar çok güzel şehir var ki... Eee Toscana bölgesi tabi. Siena, Lucca, Pistoia... Oradayken Bologna'yı da görmeden geçmek olmaz diye düşünüyoruz. Sonraa Venedik. Venedik'te de Burano ve Murano adalarını çok merak ediyorum. Rengarenk evler kanal boyunca sıralanmış bizim onları fotoğraflamamızı bekliyorlar. Milano'ya gitmişken de Bergamo ve Sirmione'yi görmek istiyoruz. Göller Bölgesi de vaktimiz kalırsa gitmek istediğimiz yerlerden. Buradan sonra kalan gün sayımıza göre ve özellikle de kafamıza göre plan yapacağız. O an canımız nereyi görmek isterse :) Paris, Nice, Barcelona, Madrid, Bordeaux, Amsterdam da yapabiliriz; Nice, Paris, Bern, Viyana, Prag, Berlin, Amsterdam da yapabiliriz. Tek bildiğimiz ayın 16'sında dönüş için Amsterdam'da olmamız gerektiği. Buradan mümkün olduğu kadar sık bir şekilde yaşadıklarımızı, deneyimlerimizi, heyecanlarımızı paylaşacağız. Bir nevi seyahat güncesi...


Birge

31 Temmuz 2010 Cumartesi

Floransa

Bugün Floransa'daki son günümüz. 3 gün boyunca çok güzel vakit geçirdik bu şehirde. Gerçekten her noktasından sanat ve estetik fışkırıyor. Özellikle S. Maria del Fiore'yi çok beğendim. Campanile denen çan kulesine çıktık. 414 basamak. Ve yukarıdaki manzara buna gerçekten değiyor. Ponte Vecchio da üstündeki minik minik kuyumcu dükkanlarıyla hikaye kitabından fırlamış gibiydi. Floransa'da en çok dikkatimizi çeken şey bulutlar oldu. İstanbul'da da böyledir belki fakat hiç bu açıyla böyle serpiştirilmiş gibi pamuk pamuk ve tane tane, tablodan çıkmış gibi bulutlar görmemiştik. Pisa'ya giderken yol üstünde birkaç bulut ve Toscana fotoğrafı çektim. Çook güzeldi manzara. Pisa kulesinin etrafı kuleyi itmeye ve tutmaya çalışıyormuş gibi yapıp bunu fotoğraflayan insanlarla doluydu :P Gerçekten kuleden çok onlar görülmeye değer. Koca koca Çinli teyzeler ellerini havaya kaldırmış poz veriyorlar :) Pisa'dan dönüp hemen Siena'ya geçecektik fakat lensimde bi sorun çıktı ve gözüm ağrımaya başladı. Gidemedik. Odaya döndük. Döner dönmez gözüm düzeldi. Çok sinir oldum :) Şimdi odamızdayız, toplanıyoruz. Kimbilir daha kaç gün banyo yapamayız diye hemen banyolarımızı yaptık. Yarın sabah 11.30 treniyle Venedik'e gidiyoruz. Sanırım konaklama çok pahalı. Kara kara düşünüyoruz çünkü maddi açıdan biraz açılmışız ve daha önümüzde 15 gün var. Venedik'te 2 gece kaldıktan sonra Viyana'ya geçme planımız var. Ama belli de olmaz. Ayrıldığımız gün nereye tren varsa oraya gideriz diye düşünüyoruz bundan sonra. Planladığımız kadarıyla Viyana, Paris, Bern, Berlin ve Amsterdam var rotamızda. Ama dediğim gibi planlar değişebilir :) Para suyunu çekebilir, fikirler tümüyle değişebilir. Bakalım..

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Deneme 1-2

Sizlere Perugia'dan sesleniyorum :) Çok güzel, çok sakin ve şimdiye kadar gördüğüm tüm İtalyan şehirlerinden farklı bir şehir burası. Bir dağın üstüne kurulmuş, hep aynı tonda renklere sahip ve yeşilin her tonunu barındıran, kıvrıla kıvrıla uzanan yollara sahip bir yer. Tarihi merkezi tepenin en üst noktasında. Dolayısıyla manzarası insanı alıp götürüyor. Sanki elini uzatsan bir bulut yakalayabilecekmişsin gibi. Her sokağa dalıp kaybolmak istedim buradayken. Masal gibi... Şubat'tan Temmuz'a kadar burada okuyup burada yaşayacak olmam ise beni daha da mutlu ediyor. Çünkü yetmedi ve yarın sabah buradan ayrılıyoruz. Dolayısıyla tekrar gelecek olmam harika. Ama yalnız gelecek olmam biraz içimi buruyor. Bu şehirde beni bekleyen anıları çok merak ediyorum. Belki de bugün yabancı olarak geçtiğim bir sokakta birkaç ay sonra yaşıyor olacağım. Burada planladığımızdan daha fazla para verdik konaklamaya. Biraz rahat etmek istedik. O yüzden yememizi içmemizi iyice kıstık. Yarın Floransa'ya gidiyoruz. Üç gece kalıp, oradayken de günübirlik Siena ve Pisa'ya gidip üç günün sonunda Venedik'e geçeceğiz.

Şimdiii gelelim bugüne kadar yaşadıklarımıza. 16 Temmuz gecesi uçakla Roma'ya geldik. Uçaktan hiç hoşlanmıyorum. O yüzden o kısmı hemmen atlıyorum :) Uçağımız 1,5 saatten fazla rötar yaptığı için gece 3 civarında Fiumicino havaalanında olduk. Her taraf kapalı, o saatte tek inen uçak bizimki, çantalar nerede, nerede yatacağız... Neyse bulduk çantaları, kendimize yatabileceğimiz bir yer aradık. Birkaç kişi havaalanının içindeki banklarda ve yerlerde yatıyordu. Biz de oturduk bir banka, etrafımızı kontrol ede ede nöbetleşerek uyuduk. Uyuduk?! Sabah 5 gibi uyandık. Toparlanıp şehre gitmenin yollarını aramaya koyulduk. Tek bir insan yoktu etrafta. Ne bir görevli, ne birşey. 2 saat boyunca havaalanının bir içine bir dışına koşturup durduk. En sonunda tren istasyonuna gidip bilet makinelerinden bilet almayı akıl ettik. Ama makineleri çözemedik tabi o kafayla. Neyse uzun uğraşlar sonucu aldık biletlerimizi, bir de onaylatma saçmalığı var tabi, onaylatıp bindik Leonardo Express diye bir trene. Saat sabah 8 gibi Roma'daydık. Uykusuzduk, yorgunduk ve sudan çıkmış balık gibiydik. Termini istasyonunu çözemedik, yanlış yollardan çıktık. Tekrar geri döndük Termini'ye. Defterime not ettiğim birkaç hostel adresi vardı. Onların yerlerini çözmeye çalıştık. Sabahın köründe hostel hostel dolaşıp yer olup olmadığını sorduk. Hiçbirinde yer yoktu. En sonunda karşımıza Yellow Hostel çıktı. Sokakta kendine ait bir barı var Yellow Bar diye. Neyse orada kaldık bütün Roma gezimiz boyunca. Çok memnun kalmadık. Kaldığımız odada sözde klima var, o yüzden pencereler kilitli. Ama klima bozuk ve dolayısıyla içerisi hamam gibi. 6 kişilik odanın kliması bozuk ve pencereleri açılmıyor! Nefes bile alınmıyordu. Bizimle birlikte kalan çocuklar da hiç aşağıya inip şikayet etmemişler. Gittim anlattım durumu. Önce klimayı tamir ettiririz dediler. Sonra bugün haftasonu ettiremeyiz o yüzden pencereleri açarız dediler. Sonra da pencereleri çok fazla süre açık tutamayız çünkü genel olarak o katın klimasının verimini etkiler dediler. Yani tam bir rezalet. Sürekli şikayet ve söylenmelerimin sonunda baktık üçüncü gün dandik bi vantilatör koymuşlar kendine hayrı yok :) Neyse ilk hostel deneyimimiz böyle garipti işte. Hostelın yanında Pizzeria del Secolo diye bir pizzacı vardı. Pizzalarına doyamadık. Çok tatlı insanlar işletiyor ve çok ucuz. Kocaman çeşit çeşit dilimler aldık ve dilimler kiloyla satılıyordu. Kilosu 10 euro falan. İki dilim pizza 2 euro falan ediyor en fazla. Çokk güzeldi. Sonraaa Roma dondurması da denedik. Gerçekten övündükleri kadar var. Çok lezzetli o da. Roma'yı ilk günler hiç beğenmedik. Çok fazla görkemli, çok fazla büyük ve kibirli geldi. Kocaman heybetli binaların arasında minicik gezginler olarak kaldık. Hava çok sıcaktı, hatta ben hiç bu kadar sıcak görmemiştim diyebilirim. Güzel yanı, her yerde çeşmeler var ve sürekli su akıyor. Bu suları içebiliyorsunuz, dolayısıyla sıcak azıcık bastırılabiliyor. Ama suların tadı çok garip. Boş boş bir tadı var. Roma'da günde 12-13 kilometre yürümüşüzdür. Her gün. O hızla ve şevkle gezmediğimiz yer kalmadı. Ama günün sonunda ikimiz de pört! 9'da falan uyuyup kalıyorduk. Gezdiğimiz belli başlı yerler işte Kolezyum, Vittorio Emanuele 2 anıtı, bütün piazzalar, Trevi Çeşmesi, İspanyol Merdivenleri falan böööyle her yeri gezdik. Hatta Villa Borghese'ye de gidelim dediğimizde aslında zaten Villa Borghese'de olduğumuzu fark ettik. O kadar pervasızca ve deli gibi dolaştık yani :) Borghese'nin parkında minik golf arabaları gibi bir araba kiralayıp parkı gezdik. Biraz ben kullandım :) Çok eğlendik. Bu ünlü meydanları, ünlü yapıları, eserleri canlı canlı görmek iyi güzel gerçekten çok etkileyiciler. Fakat benim gezmekten anladığım bu değilmiş onu öğrendim. Seyahatimizin Roma ayağının sonunda şöyle düşündüm: Tamam, gerçekten çok güzel, çok ihtişamlı bir şehir fakat bir daha gelmek gibi bir dileğim yok. Gezdik, gördük tamam. Bana daha doğal yerler lazımmış. Paramızı da Trevi'ye atmadık dolayısıyla :D (bir de Roma'da ceza yedik! Otobüse herkes biletsiz biniyor. Hatta şoför bile bileti nasıl alacağını soran insanlara boşverin geçin diyor. Ve kontrole yakalanırsan kişi başı 50 euro. Biz iki kere kullandık otobüsü, ikisinde de bilet aldık. Yine otobüse binmemiz gereken ve çook yorulduğumuz bir anda bilet satan bir yer aradık ve hiç bulamadık. Nereye sorsak bizde yok dedi. Biz de artık yorgunluktan boşver binelim iki seferdir hiç kontrol edilmiyor dedik ve bindik biletsiz. Yolun yarısında İlker'e "eğer üniformalı adamlar falan girerse arka kapıdan inelim" dedim. Arka kapıya doğru gittik. Birsonraki durakta içeri 4 tane üniformalı adam bindi, hem de arka kapıdan. yani tam önümüzden. Ben İlker'e hadi! dedim ve indim. İlker içerde kaldı çünkü onu durdurdular. Ben tekrar bindim ve adamların yanına gittim. Bilet sordular. Anlattım biz iki keredir biniyoruz ve ikisinde de bilet aldık, üçüncü binişimiz bu ve bilet satan hiçbir yer bulamadık dolayısyıla da almadık çünkü hiç kimsenin bileti yok aslında dedim. Neden hiçkimseyi kontrol etmiyosunuz da bu otobüsteki sadece iki turist grubunu kontrol ediyosunuz dedim. Bizde İtalyan vatandaşı veya turist diye ayrım yok dedi adam. Palavra tabi. Onların aylık veya haftalık biletleri vardır demez mi bir de! Düpedüz turist kazıklıyo adamlar. Öbür turist grubu parayı vermek istemedi, görevli adam kadına bağırdı falan baya bi tartıştılar. Ben de anlatabildiğimn kadar derdimi anlattım, biletlerin nerde satıldığını turistlere hiç belirtmiyosunuz sonra da ceza kesiyosunuz dedim. Yani bir turist gelse gözlemlese otobüse biletsiz binildiğini düşünür ve bunu ona bildirmek bu adamların, belediyenin görevidir. Neyse yani adamların ülkesni gezmeye gelenleri daha mutlu etme, daha iyi koşullar sunma gibi bir derdi yok. 50şerden 100 euroyu göz göre göre bir saçmalık uğruna bayıldık ve moralimizi toparlamamız zaman aldı :)

Roma'da 3 gece 4 gün kaldıktan sonra Genova'ya geçtik. Gece treniyle gittik fakat hiç de söylendiği gibi Avrupa'nın ikinci sınıf trenleri TCDD'nin birinci sınıf trenleri gibi falan değilmiş. Her tavsiyeye, her görüşe inanmamak lazım. 6 kişilik kompartımanlar. Kim hırsız kim ne belli değil. Dizlerimiz nerdeyse birbirine değecek şekilde oturuyoruz ve 6 saat boyunca çok fazla kımıldamadan oturur pozisyonda uyu uyuyabilirsen! Ayağımı azıcık oynatamadım bile. Daracık kompartımanların dışında da daracık bir koridor ve koridor da insan yığını. Çantalarımız öylece olduğu yerde duruyor. Hiçbir güvenlik yok. Uyku da yok dolayısıyla. Genova'ya indiğimizde edindiğimiz haritayla adreslerini yazdığımız hostelları bulmaya koyulduk ve tabi yine sabahın körü :) Birşeyleri yanlış yaptığımız belli. O 10-15 kiloluk çantalarla verilen adrese doğru yarım saat boyunca yürüdük. Bir gittik, öyle bir yer yok. Haydaa geri dön ve diğer hostelı bul. Neyse en sonunda kalacak bir yer bulduk ve çantaları bıraktığımız gibi dolaşmaya koyulduk. Genova tam bir liman kenti. Sokaklarda İtalyanlardan çok zenciler ve hintliler var. Kendilerine bir düzen kurmuşlar ve kendi içlerinde yaşıyorlar. Roma'da dükkanların hepsinde Asyalılar çalışıyordu, Genova'da da Hintliler. İtalyanlar nereye kaçmış bilen yok. Genova'da çok fazla dar sokaklar var. Limanı güzel, bol bol banklar ve palmiyeler var. Havası da ferah. Fakat Roma'yı daha çok beğendiğimi anladım Genova'dayken. Genova'da bulunduğumuzun ikinci günü Cinque Terre'ye gittik. Önceden çok araştırmıştım orayı. Çünkü çok enteresan ve doğası güzel bir yere benziyordu. Gerçekten de öyleymiş. Liguria sahilleri boyunca gidip gelen bir trene bindik. Çok keyif aldık o tren yolculuğundan. Çünkü hayalimizdeki, en azından filmlerde gördüğümüz o sevimli İtalya oradaydı. Metropoller benim hayalimdeki İtalya değildi.

Cinque Terre İtalyanca'da beş köy demek. Sırasıyla Monterosso, Vernazza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore'ye gittik. Monterosso bu köylerden en büyüğü. Güzel bir plajı var ve yemyeşil bir yer. Köylerin çoğu deniz seviyesinden başlayıp kayaların üstünde yukarılara doğru uzanıyor. Manzaraları harika. Monterosso'da çok güzel bir yemek yedik. Ben Lazanya yedim, İlker de Pesto soslu makarna yedi. Pesto, Genova'nın ve o bölgenin fesleğenli özel bir sosu. Çok lezzetli. Yanına da ev şarabı istedik. Daha sonra bruschetta denedik. Aslında uzaktan bakınca ekmeğin üstüne domates ve zeytinyağı koymuşlar gibi. Fakat o kadarr lezzetli ki tahmin bile edemezsiniz. Domatesler mis gibi kokuyor, zeytinyağı lezzetinden geberiyor :) Üstünde fesleğen, ekmek sarımsaklı. Tam bir akdeniz tadı ve kokusu hakim. Karnımızı günler sonra doğru düzgün doyurduktan sonra diğer köye geçtik: Vernazza. Burası Monterosso'ya göre daha küçük ve bizce daha güzeldi. İki üç katlı evler rengarenk dizilmişler ve evlerin altında rengarenk dükkanlar, uykucu kediler, dedikoducu teyzeler. Hatta teyzeler o kadar kendilerinden geçmişler ki etekleriyle nasıl oturduklarına bile dikkat etmiyorlar :D Vernazza'nın minik bir marinamsı bir yeri var. Küçük küçük kayıklar tekneler var. Gerçekten çok güzel bir yer. Benim 5 köy içindeki favorim Vernazza. Daha sonra Corniglia'ya geçtik. Burası deniz seviyesinde değil. Bol taraçaların olduğu ve üzüm bağlarının bulunduğu daha küçük ve tepede bir yer. O yüzden manzarası da harika. Burası daha mütevazi, daha az turistik bir köy. İstasyondan köyün merkezine otobüsle çıkılıyor. Burayı da biraz gezip fotoğrafladıktan sonra bir salkım üzüm alıp yemeye ve otobüsü beklemeye başladık. Üzüm çooook lezzetliydi. Sonra Manarola'ya geçtik. Orası da diğer dört köy gibi çok güzeldi. Riomaggiore son köydü. Oraya çok vaktimiz kalmadı çünkü saat iyice geç olmuştu ve Genova'ya dönmemiz gerekiyordu. Yine güzel bir tren yolculuğu yaptık Genova'ya doğru. Yolda müzik dinleyip şarkılar söyledik. Ve yorgun argın uyuduk. Genova'daki son günümüzde annemi çok özlediğim için canıma tak etti ve hat aldım. Telefon şarjımı Yellow'da unutmuştum gittim bir de şarj aldım. hattı aldığım yerdeki adam yurtdışına yarın açılır dedi. Odaya gidince dur bir deniyim dedim, annemin numarasını çevirdim. Çalıyoooo! ve annemin sesi.. O anki mutluluğumu hiçbir kelime tarif edemez. İlker "O halini, yüzündeki o ifadeyi bir ben bilirim" diyor :) annemle konuştum, iyice kendime geldim ve doooğru Portofino'ya! Aşk şehri derler ya Portofino'ya, ben pek öyle hissetmedim :) Tamam çok sakin, sessiz, huzurlu ve bol yeşili olan bir yer. Fakat elit bir yanı var ya, o yüzden aşkı oraya yakıştıramadım. Son motorla dönmek istiyorduk çünkü gece treniyle Napoli'ye gidecektik ve odamızı da boşalttığımız için vakit dolduracak birşeyimiz yoktu. Ama son motor öğlen 4'teymiş. Ve biz 1'de orda olduk. Dolayısıyla çok birşey yapamadık. Zaten Portofino da çok büyük bir yer olmadığı için biraz gezmek yetti. Çok güzel bir yemek yedik. Arada böyle kendimize kıyak çekiyoruz :) Liguria mutfağının en bariz yemeklerini tattık. Çoğu deniz ürünüydü. Ahtapot, midye falan yedik onların usulüyle. Değişik otlarla dolu iki farklı tart denedik. Biraz oyulup kalktık :P sonra bir bank bulup oturup insanları izledik. Ben biraz İlker'in dizine yatıp uyudum. Çok güzel geldi. Sonra Genova'ya döndük. Tren saatine kadar bir kilisenin merdivenlerinde sohbet ettik. Kendimizi nasıl hissettiğimize dair konuştuk, dertleştik. İtalyanlar hakkında biraz dedikodu yaptık. Keşke önce kendi ülkemizi gezseydik dedik, biraz utandık, sonra bulunduğumuz yerin tadını çıkarmaya bakalım dedik ve gece trenimize atlayıp Napoli'de daha da mutlu olacağımızı umarak yola çıktık.

Napoli'yi hiç beğenmedik. Nokta. :) Sürekli Napoli'den bahsediyorduk, sürekli orayı çok beğeneceğimizi düşünüyorduk. fakat hiç de öyle olmadı. Rehber kitaplarda hep Napoli'nin karmaşasından ve pisliğinden bahsediliyordu. Sanıyorum Napolililer bununla övünüyor. Çünkü gerçekten değişen hiçbir şey yok belli ki. Sokaklar çöp içinde. Her yer leş gibi kokuyor. Yön tabelaları son derece saçma ve hiçbir yeri doğru düzgün bulamıyorsun. Limanını hiç beğenmedim. Castel Nuovo'yu çok merak ediyorduk, içine dahi girdik fakat boşu boşuna 5 euro vermişiz hiçbir şey yok. Şişirme tanıtımlardan ibaret bir yer Napoli. Güney sıcaklığı, Güney insanıın canlılığı diye bir şey de yok. Bir görülebilecek Capri adası var, o da aslında çok çok güzel değil. Yani güzel ama çok farklı bir yanı yok. abartıldığı gibi değil. Gerçekten çok dolaştık hem Napoli'de, hem Capri'de ve aradık neymiş bu kadar güzel olan diye ve biz bulamadık. Yine Capri'nin doğası var, yeşilliği bol ve limon ağaçları çiçekleri falan var. Napoli'de ne var anlayamadım. Napoli'de tek güzel olan şey kaldığımız hosteldı. Giovanni's Home diye bir yer. Giovanni adında kel bir adam işletiyor :) Ev ortamı gibi ve çok güvenli bir yer. Herkes çok samimi ve saygılıydı. Eşyalarımızı hiç kitlemedik ortalıkta duruyordu herkesin eşyası ve hiç çalınan birşey olmadı. Mutfağını da kullanabildiğimiz için İlker çok güzel makarnalar yaptı. O kısmı eğlenceliydi. Son gün Ercolano yani Herculaneum'a gittik. Gittiğimiz gibi geri döndük. Çünkü hem "bizce" hiçbir şey yoktu, hem de 11 euro gibi fahiş bir rakam ödememiz gerekiyordu ve şöyle bir ibare vardı: "Geçerli pasaportu olanlara %bilmemkaç indirim" Geçerli pasaport nedir diye sorduk. Avrupa Birliği üyesi ülkelerin vatandaşlarıymış. Geri döndük. Bakalım Pompei nasılmış dedik, yol boyunca Vezüv yanardağını izledik ve gerçekten korkunç görünüyordu :) POmpei de 11 euroydu fakat o kadar çok adını duyuyoruz ki girmezsek olmaz herhalde dedik, girdk. İçerideki hiçbir şeyi tanıtmamışlar. Ne bir levha var ne birşey. Neden? Çünkü 16 euroluk guidelardan edinmemiz gerekiyor. Para para para! Almadık. Kendimizce yorumladık, İlker'in de mimari bilgisiyle birazcık gözümde canlandırmaya çalıştım. Uzun ve sıcak bir Pompei gezisi de hüsranla bitti. Napoli bölgesi ellerindeki birkaç şeyi nasıl reklam bombardımanıyla bu kadar bilinir ve gezilmesi gerekli görülen yerler haline getirmişler onu gördük. Hepsi para tuzağı. Memnuniyet hiç ön planda değil. Kısaca Pompei korunmuş bir değer. Fakat İtalyanların fazla bilgilendirmemesi ve turiste para gözüyle bakması kötü olan yanı. Tek başına gezdiğinizde elinizdeki detaylı kitapçık bile bir işe yaramıyor. Anca bir rehber eşliğinde gezilirse değeri anlaşılabilir. Neyse, daha sonra Sorrento'ya gittik. Hava kararmaya başlamıştı ve gün boyu hiçbir şey yememiştik. Market bulana kadar saat daha da geç oldu ve Sorrento'yu çok gezemedik. Çok güzel bir sokağı vardı bir sürü standlar kurulmuş, bir sürü dükkanlar falan orada dolaştık. Sorrento'nun yerel içkisi limoncello'dan aldık ve bir de limonlu çikolata aldık. Çok güzeldi. Sonra da koştura koştura trene yetişip Napoli'ye döndük. ertesi günün sabahında Perugia'ya gitmek üzere Napoli'den ayrıldık. Hızlı trenle Roma'ya gittik önce. Sonra Roma'dan regionale trene atlayıp Perugia'ya yani Umbria bölgesine doğru yola çıktık. Çok heyecanlıydık ve yolda çok güzel manzaralarla karşılaştık. Ben özellikle heyecanlıydım çünkü Perugia 6 ay boyunca benim şehrim olacaktı. Nitekim şu an buradayım ve bahsettiğim gibi çok güzel, masal gibi bir şehir. Kısaca şlimdiye kadar metropollerden o kadar etkilenmedim. Ne zaman metropollerin etrafındaki küçük yerleşim yerlerine gitsem orada hayatlar daha doğal ve koşuşturmacasız, dalaveresiz olduğu için oralarda hep çok mutlu oldum. İtalya gerçekten doğası çok güzel bir ülke. Sanatı harika. Çok etkileyici. Havası temiz. Fakat bölge bölge çok farklılık gösteriyor. İnsanları da öyle. Sürekli yeni şehirler, yeni sokaklar, yeni meydanlar görmek çok güzel. Kendimi en çok bir şehirden diğer şehire giderken mutlu hissediyorum. Perugia hariç diğer üç şehirdeki ilk günlerimde kendimi çok kötü hissettim :) Aitlik önemli bir duyguymuş benim için. Yol boyunca kendimde hiç fark etmediğim bir sürü özellik keşfettim. Ya da öyle olduğunu sandığım bir sürü şeyin aslında öyle olmadığını fark ettim. Kendimde de öyle.
Keşfedecek çok şey var. Bugün seyahatimizin 12. günü. Daha önümüzde çok yol var. Bu sıralar çok sık dinlediğim bir şarkının sözleriyle bitiriyorum yazımı :)

Aslında yollar yalanını görmez
Yaraları sarmaz
Hiç bitmez
Aslında yollar daralıp açılmaz
Sonuna da varmaz
Hem varsan da
Fark etmez ki

Keşfetmeye devam.. :)
Hiç bitmez
Aslında yollar